Şile bizim Bibi ile her sene muhakkak gittiğimiz ve
vazgeçemediğimiz bir yer. Daha sevgiliyken bir haftasonu arkadaşlarla kaçıp
gittiğimiz ve İstanbul içi olupta bir o kadar nasıl İstanbul olamaz diye
düşündüğümüz yer. Evlendikten sonra da geleneğimizi devam ettirip her sene
muhakak 2 veya 3 gün kaçtığımız bir yer Şile.
Bodrum tatilinde zaten çok yorulmuş olan bünyemizi bir Şile
tatili ile dinlendirelim dedik. 30 Ağustos’a da denk gelmesi biçilmiş kaftandı.
Perşembe akşamı hoplaya zıplaya eve gittim. Belinay’ı yatırıp bavulumu hazırlayacaktım.
Ama o da ne? Belinay’ın ateşi var. Biraz ılıktı vücudu. Baktım ateşine 37.2
civarında. Fazla bir ateş değil biliyorum ama gene de ağrısı sızısı vardır diye
bir ölçek calpol verdim. Uyudu rahat rahat, fakat saat 10:30 gibi ateş 38 oldu.
Bibi evde değil maçta... Doktoru aradım hemen. Her zamanki gibi “38 derece
önemli değil birşey olmaz” dedi. Bayılıyorum doktorumuza, benim telaş olduğum
konularda o kadar serinkanlı ve rahat ki, telefonu kapatınca aman bişey yokmuş
demek ki laylay lom diyorsunuz. Doktor konusunu ayrı bir postta ayrıntılı
yazacağım.
Yarım saat daha bekleyin düşmezse ibufen verirsiniz ama
bişey olmaz düşer dedi. Ben tabi Bibiyi aradım gelirken nöbetçi eczane bulup
ilaç alması için. Ama doktorumuz haklı çıktı ve ateş düştü. Sabaha da gayet
keyifli ve zinde kalktı.
Sabah Belinay’ı ananesine bıraktıktan sonra biz de düştük
yollara. Vay be, sessizlik, aman tatile gidiyoruz derken Şile’ye vardık bile. 40
dakika bişey sürüyor zaten şaka gibi.
Hemen otelimize gittik. Biz her sene Değirmen Otel’de
kalıyoruz. Güzel mi? Hayır değil, bir kere çok eskimiş artık otel. Klimadan
odaya sular damlıyordu şıp şıp şıp sinir bozucu bir şekilde. Üstelik klimayı
taktıkları asma tavanın da sulardan sıvası çıkmış, bir anda aşağı düşecekmiş
gibi duruyordu ama olsun. Kaale almadık.
Bavullarımızı otele bıraktık. Yemek yedik bir yerde, hava da
şansımıza bozuktu. Hem rüzgarlı hem de bulutlu olunca biraz Şile’nin çarşısında
dolaşıp odaya geçtik.
Televizyonumuzu açtık uzandık yatağa. Boş boş oturmayalı
bayağı bir zaman olmuş. Bibi zaten çok yorgun olduğu için hemen uyudu. Ben de
kitap okudum, televizyon seyrettim. Sonra çıktım dışarı, kulağımda müziğim
verdim kendimi yollara. Bibi’yia asla sokamayacağım tümd ükkanlara girdim
çıktım, bornozlar, pikeler, masa örtüleri hepsine girdim çıktım. Dondurmamı da
aldım. Geri döndüm otele.
Öyle güzel geliyor ki insana bazen yalnız kalmak. Allaha
şükür sorunumuz yok, derdimiz yok, Beloş bizim canımız. Ama yalnızlık belki
sadece yarım saat. Tadından yenmiyor.
Sonra hazırlandık ve yemek yemeğe çıktık. Geçen seneye kadar
limandaki teknelere yemek yemeğe gidiyorduk. Yanyana 3 adet tekne. Biri
papalina, diğeri Babaoğlu, diğerini hatırlayamıyorum. Geçen sene Papalina’da
bizi hesapta şaşırttılar, biz de Babaoğluna gidelim yer ayırtalım demiştik ama
ordakilerin de tavırları hoşumuza gitmedi. Geçen senede gittiğimiz Deniz
Restoran’da karar kıldık. İyi de yapmışız ohhhhh.
Mezeler o kadar taze, balık o kadar güzel, rakı o kadar
şeker, manzara o kadar iç açıcıydı ki, akşam hiç bitmesin istedim.
Ordan da çıkıp, Bibi’yi çay bahçesine oturtup ben de incik
boncuk bakmaya daldım. Bu kadar mı güzel olabilir herşey? Türkbükü falan halt
etmiş. Aldım incik boncuklarımı da içim iyice rahat etti. Kadın dediğin her
gittiği yerden bir incik boncuk, magnet almalı kardeşim. Adettendir J
Ertesi gün saat 12’ye kadar uyuyacağım desem de saat 10’da
dikildik. E olsun, kesintisiz uyku, uzun zamandan sonra ilk defa. Kahvaltımızı yaptık,
doğru sahile.
Karadeniz deyince insan korkuyor, dalgasından, kumundan. Ama
bizim girdiğimiz yer öyle güzel bir yer ki? Tam Şile meydan otoparkın orada
yanyan dizilmiş 4 adet beach var. Biz her sene İzbarço beach’e gidiyoruz. Şezlonglar
paralı. 15 TL. Yediğiniz içtiğiniz elinizin altında. Yorulmak yok, yürümek
yok...Tam da dalga kıran’ın orada. Dolayısıyla denizi süt liman. Tertemiz.
Üstelik bu sene mavi bayrakta almış Şile.
Bibi kendini hemen gölgeye atıp televizyon başına oturdu,
ben de kitabımı okudum, bir önümü bir arkamı yakmaya çalışıyorum ama nafileç
Hep bulutlu hep rüzgar. Denize de giremiyorum vucut ısınmadı ki, deniz de buz
gibi. Zaten bir süre sonra her tarafı bulutlar kapladı, yarısı kara yarısı
beyaz. Artık üşümeye başlayınca saat 5 gibi kalktık. Odaya döndük.
Akşam da canımız arakı balık çekmeyince, atıştıralım da bir
bar var,Dubara, oraya gideriz vakit geçiririz dedik. Bişeyler yedik ama saat
daha 8. Çay içelim de vakit geçsin bu saatte gidilmez dedik. 8’den 10’a kadar
rüzgarda oturunca üşüdük, rüzgardan serseme döndük. Yaşlanmışız ne barı dedik,
yoldan biralarımızı cipslerimizi alıp odaya geçtik. Korku filmi seyredelim
dedik ama ben korktum. Ne de olda geceleri kaç kere ben kalkıyorum. Tam
kalkarım aklıma gelir film benim. Bibi’ye de seyrettirmedim. Başka bir film
bulup seyrettik. Haydi bakalım yarın hava güneşli olsun diye yattık...
Ve yağmurlu bir sabaha uyandık. Sendeki şans nedir arkadaş
diyeceksiniz ama inanın ki ben çok şanslıyım. Nasıl dinlendim nasıl iyi geldi,
nasıl ruhum huzur buldu anlatamam. Süper bir enerjiyle İstanbul’a dönüp Belinay’ıma
kavuştum.
Garip bişey annelik, ne onla tatil oluyor ne de onsuz. Her
attığımız adımda aklımızda o. Birbirimize taklidini yapıyoruz, yaptıkça gözümüz
yaşarıyor. Belinay’ım biraz daha büyü bak senle neler neler yapacağız J
Peki bu süre zarfında Belinay ne yaptı? Onun keyfi yerindeydi. Bize işte böyle el salladı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder